4 Ekim 2018 günü, yarısı mühendis, yarısı misafirimiz olmak üzere kırk kişi ile GAP seyahatine çıktık. Uçakla Mardin’e ulaşan ekip, ilk önce Mardin’i gezme olanağı bulduk. Mardin’deki geçmişi yüzlerce yıla ulaşan dokunun yer yer beton yapılar ile bozulmuş olması, tüm gezenleri hayal kırıklığına uğrattı. Mardin’i ilk defa görüyordum, ana cadde boyunca fotoğrafladığım Mardin’deki camilerinin her biri değişik mimariye sahipti, minareler ise mükemmel bir tasarımdı. Mardin Müzesi’ni gezdik, tüm yöre kentlerinin eserlerini bu müzede gördük. Mardin çıkışında yer alan Mor Gabriel Manastırını gezdik, Süryani eseri olan bu manastırı, örfünü ve yaşantısını manastırın papazları anlattı. Manastır, yapım özellikleri bakımından mükemmel bir yapıydı, restorasyon da çok güzel yapılmıştı.
Midyat’a ulaşınca, misafirlerimiz hemen takı alışverişine koştular, eski Midyat’ı gezmek sadece bana kalmıştı, bu antik kentin hiç bozulmadan korunmuş olduğunu gözlemledim. Midyat’ın en büyük konağı Çekül Vakfı tarafından onarılmış ve turizme kazandırılmıştı, bol fotoğaf çekme olanağım oldu. Artık iyice yorulmuştuk, konaklamayı Mardin’de yaptık.
5 Eylül günü ikinci durağımız Urfa Göbeklitepe idi. Dünya tarihini, 12 bin yıl geriye götüren bu ören yeri gezenleri adeta büyüledi. Yerden 4 metre yükseklikte 7 ton ağırlığı olan insanı temsil eden ve herbirinin üzerinde çeşitli hayvan kabartmaları olan bu sütunların nasıl yapıldığı, tüm mühendisleri şaşırttı. Göbeklitepe bir inanç merkezi olarak inşa edilmişti. Bir köylünün sabanına takılan antik taş, Göbeklitepe’nin keşfine neden olmuştu. Her biri 7 ton ağırlığındaki sayısız T sütunu 500 metre ötedeki taş ocağından kesip, taşıyıp, işleyip, dikmek büyük bir örgütlenme gerektiriyordu.
Urfa’ya ulaşınca ilk durağımız Halil-ür Rahman Camii ve Balıklı Göl idi. Urfa Kalesi’nin bitişiğinde yer alan, Hz. İbrahim’in atıldığı rivayet edilen iki mancınık, haşmetiyle Urfa’nın tepesinde bize boy gösteriyordu. Gezinin devamında ise, eski arastaları gezen misafirler, geleneksel Urfa ürünlerini tattılar ve hediyelik eşya aldılar. Çok büyük bir yapı olan Urfa Müzesi’ni gezmeyerek, büyük bir yanlış yaptım; çünkü, Göbeklitepe ve Harran’dan çıkan eserler orada teşhir ediliyormuş. Urfa gezildikten sonra, yolumuzu Harran’a çevirdik, yolda Urfa Viranşehirli olan gezi başkanımız İnşaat Mühendisi Abdullah İncir, yörenin örf ve adeti ve yemekleri konusunda bilgi verdi. Ben de yöre ile ilgili milli mücadeleyi ve Atatürk konulu bazı anıları anlattım. İnşaat Mühendisleri Ali Fuat Günak ve Birol Bora’nın katkıları çok güzeldi.
Harran, Kuzey Mezopotamya’dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmakta ve bu ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması, bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur. İlkçağdan beri varlığı bilinen bilim ve sanatta doruk noktaya ulaşan Harran Üniversitesi’nin devrindeki yeri bugünkü kalıntılar arasında tespit edilememiştir. Harran surları günümüzde yer yer yıkılmış olmasına rağmen çepeçevre izlenebilmektedir. Kapılardan sadece Halep kapısı ayaktadır.
Harran ovasının her yeri pamuk tarlası olmuştu. Konuklara, yörenin tarla büyüklüğü çok şaşırtıcı geldi. Harran, toprak reform istemeyen, üç beş varsılın elinde kalmış, aynı zümre, Köy Enstitülerinin aydınlanmasını da karartmamış mıydı? Bu benim Harran’a beşinci kez gelişimdi. 1985 yılında ilk kez gördüğüm Harran, sanki biraz daha turizme açılmıştı. Antik Harran’ın içinden arabayla geçiş yaparken, Harran Kalesi’nin Halep kapısının devasa duvarlarını gördük, önceki gelişlerimde bu yapının içine girerek, devasa yapıların birer mühendislik harikası olduğunu fotoğraflayarak, tespit etmiştim. Ulu Camii veya Sin Mabedi olduğu tahmin edilen ören yerini tepeden izledik ve yerel rehber Mahmut’tan bilgi aldık.
Mahmut’un dedesine ait Ağa konağı, torunları tarafından tefriş edilerek, turizme açılmıştı. Bu konağın; onlarca eski Harran konik evinden oluştuğunu belirtmek isterim. Yüzyıllara giden yaşları ile dünyada iki yerde var olan bu koni evler, elli santimetreye yakın duvar kalınlığı ile, Harran’ın sıcağına meydan okumaktadır. Bu koni evler, sergi mekanı olarak döşenerek, ev sahiplerince misafirlere gezdiriliyor. Mekanlar ve yöresel objeler misafirlere çok ilginç geldi ve oradan ayrılmak istemediler. Yöresel obje ve baharatlarını satan işletmeciler, isteyen misafirlere “Mırra” kahvesi ikram ettiler.
Halfeti’de otelimiz, Fırat nehrinin bir kurbu üzerine konuşlanmıştı, manzarası çok güzeldi, neredeyse her yeri Birecik baraj gölü çevreliyordu. O gece, geleneksel “Sıra Gecesi”ni izledik. Hava çok soğuk ve rüzgarlıydı.
6 Ekim günü, Halfeti’de Birecik baraj gölü üzerinde bir tekne turu yaptık, konuklar bu gezide, barajın suları altında kalan eski kenti tekneden izlemek olanağı buldular. Teknenin reisi ve yerel rehberimiz, kaldığımız otel ile ilgili tepkisini anlattı, yörede açtıkları davalara rağmen, otel yapılmıştı. Keşke oraya 4-5 katlı bir otel yerine, yöreye uygun bir yapıda otel yapılabilseydi.
İkinci durağımız; Zeugma Müzesi idi, 12 yıl önce geldiğimde müze kapalıydı, bakalım özlemimi nasıl giderecektim. Öncelikle, müzedeki eserlerin nereden geldiğini aktarayım. Belkıs/Zeugma, Gaziantep’in Nizip ilçesinin 10 km. doğusunda, tepeler üzerine kurulmuş bir kenttir. Zeugma, özellikle Roma döneminde, sanat alanında çok ilerlemiş, zengin villaları süsleyen mozaik döşemeler dünya örnekleri ile yarışır hale gelmiştir. Bölgenin sadece bir bölümünde gerçekleştirilen kazılarda gün ışığına çıkarılan mozaikler Zeugma’nın tam anlamıyla bir mozaik kenti olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Müzede Avrupai bir teşhir yapılmıştı, dünyanın en büyük mozayik müzesi olan Zeugma, sanırım misafirlerin belleğinde unutulmaz bir anı olarak kalmıştır. Gezinin sonunda izlediğimiz, “Çingene Kız” mozaiki ise çok mükemmel idi, yakında eksik olan parçaların ABD’den geri geleceğini bilmenin keyfiyle, Gaziantep’e ulaştık, kale önünde rehberimiz Özgür gruba bilgi verdi, boydan boya Gaziantep’i dolaşarak, kimimiz bakır baktık, kimimiz katmer yedi ve kebabın tadına baktık.… Gaziantep’teki otelimize gelerek, günün yorgunluğunu çıkardık.
7 Ekim günü ilk durağımız; Hatay Arkeoloji Müzesi idi. Harbiye’deki evlerden çıkan mozaikleri de içine alan yeni müze çok güzel olmuştu, tek eksiği kulaklık sisteminin olmayışıydı. Müzede, yer alan Büyük İskender’in lahdi, gezenleri büyüledi, mermerden yapılmış lahidin her figürü estetikti. Hatay’daki ikinci durağımız ise dünyanın ilk kilisesi olan St. Piyer idi. 1972 yılında kaldığım Harbiye Şelalesi’ni gezdim, ama yörenin akan suları içine masa kurarak kullanması bizleri çok üzdü. Bu hal fotoğraf çekilmesini engellerken, yörede yaşayanlar tarafından; adeta ‘siz gelmeyin’ mesajını veriyordu. Amik ovası boyunca yol alarak, Adana’ya vardık ve gece şehir turu atarak hava alanına ulaştık ve İzmir’e döndük. Konuklar ve biz çok mutluyduk, hayatımızda böyle bir geziyi hiçbirimiz yapmamıştık, yeni gezilerde buluşmak üzere…