2012 yılında yürürlüğe girdiğinde Türkiye’nin yapı stoku hakkında az çok bilgisi olan kesimler olumlu karşıladı 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunu. Neticede kanunun ilk maddesinde yer alan “afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek.” gibi yüce bir amaca kim hayır diyebilir ki? Ancak alt maddeler ve 15.12.2012 yılında yayımlanan Uygulama Yönetmeliği’nin özellikle 6. bölümü süreçte sıkıntılar yaşanacağının sinyallerini vermişti. Evet, ülke genelinde bir dönüşüm olacak, ama bu bakanlığın istediği ve planladığı şekilde olacaktı. Bakanlık binlerce hektarlık alanın planlanmasını kendine bağlamıştı. Elbette yeni yapılacak binalar mevzuata uygun, depreme dayanıklı olacaktı. Ancak kritik soru şu: Ne zaman?
Bunca hektarın planlaması belediyeler saf dışı bırakılarak bakanlığa bağlanması ve uzun prosedürler tabii ki kanunun uygulanma hızını düşürdü. 2012 de 6,5 milyon konutun dönüşümü için çıkılan yolda şu ana kadar 8 yılda 631.723 bağımsız birimin dönüşümü gerçekleşmiş. Yani %10’dan az. Bu rakamlar bize hedeflerin çok uzağında olduğumuzu ve dönüşümün planlanandan ağır ilerlediğini gösteriyor. Yerel yönetimlerde, şehri mahalle mahalle sokak sokak bilenlerin, orada yaşayanların elinde oluşması gereken planlar, Ankara’dan haritalar üzerinden, özel istek ve talepler doğrultusunda ilerleyince sonuç ne yazık ki istendiği gibi olmuyor. Peki, kentsel dönüşüm neden daha hızlı ilerlemeli?
2020 yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na göre Türkiye’de Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’nde kayıtlı 38 milyon 400 bin konut bulunmaktadır. 2013 yılında Kent Starteji-Escarus işbirliği ile Türkiye İş Bankası tarafından hazırlatılan “Kentsel Dönüşüm Sosyal Etki Değerlendirmesi” raporundaki verilere göre bu yapıların toplam 15 milyon 238 bin 531 adedi 2001 yılı öncesi ve yapım yılı belli olmayan konut adedidir.(yapım yılı belli olmayan yapılarda kayıt dışı olduğundan denetimsiz olarak inşa edilmiş demektir.) Yani toplam konut stokunun neredeyse %40’ı Deprem Yönetmeliği’ne uygun olarak imal edilmemiştir. Kentsel dönüşümün hızlanması gerektiğine dair gereklilik sadece bu veriler değil. Bir başka önemli neden İstanbul Deprem Master Planı kapsamında Amerika Birleşik Devletleri Jeolojik Araştırma Dairesi tarafından 2000 yılından başlayarak 30 yıl içerisinde büyük bir deprem olma olasılığının %62 olarak açıklanmasıdır. 1999 Marmara depreminin 7 ili etkileyerek, 18 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine, daha fazlasının yaralanmasına ve 300 binden fazla konut ve işyerinin hasar görmesine neden olduğunu düşünürsek depremin etkisinin bölgesel kalmayacağı da ayrı bir gerçekliktir. Dönüşümün hızla gerçekleşmesi, daha fazla yurttaşımızın depreme dayanıklı konutlara yerleşerek güven içinde yaşamasını sağlayacaktır. Kaldı ki ülkemizde deprem olmaksızın ayakta kalamayarak yıkılan binalar azımsanmayacak sayıdadır. 2009’ da Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı’nın (JICA) açıkladığı bir başka araştırmaya göre Türkiye’nin en kalabalık nüfusuna sahip şehri İstanbul’da 130.000 yapının (750.000 bağımsız birim) depremden etkileneceğidir. Buna karşın 8 yılda İstanbul’da 56.188 riskli yapının yıkımı gerçekleşmiştir. %50 bile değil! Bu da “kentsel dönüşüm ile yer değiştirmenin” aciliyet ve zorunluluğunun başka bir göstergesidir. En yoğun nüfusa sahip il olması hasebi ile araştırmalar İstanbul özelinde yapılmış olsa da Ankara, İzmir ve diğer büyükşehirlerimizde durum ve aciliyet bundan farklı değildir.
Bakanlığın mevcut kentsel dönüşüm uygulamalarının eleştiriye açık bir yönü TOKİ eliyle yapılan toplu konutların genellikle boş, hatta bildiğimiz bazı yerlerde riskli zeminlere inşa edilmesidir. Yerinde dönüşüm uygulamaları genelde özel sektör eliyle yapıldığı, TOKİ boş arsalarla ilgilendiği ve tüm planlama yetkisi tek başına bakanlıkta kaldığı sürece riskli yapıların yenilenme süreci uzayacak ve 6,5 milyon hedefi hayal olarak kalacaktır. Buna bağlı olarak diğer bir yön ise boş arsalara dar gelirlilerin alması için yapılan bu toplu konut dairelerini ödeme koşulları uygun olduğundan vatandaşlarımızın bir kısmının ne yazık ki yatırımlık olarak almaları ve imar barışı ile kalıcılaştırılan beton mezarlarda yaşamaya devam etmeleridir. Dolayısı ile asıl hedeften bu anlamda da uzakta kalıyoruz.
Nüfusunun %90 ı 1. derece deprem bölgesinde yaşayan bir ülke için kentsel dönüşüm lüks değil gerekliliktir. Zaman her geçen gün daralıyor, bakanlık denetiminde belediyelere tam yetki devri ile kentsel dönüşüme hız verilmeli. Prosedürler kısaltılmalı. Dahası, boş araziler aramak ya da yaratmaya çalışmak yerine mevcut sağlıksız yapılar yıkılmalı, bunların yerine önceden ada bazlı olarak hazırlanacak alt yapı ve ulaşım planlarıyla, sosyal ve yeşil donatı alanlarıyla, modern kentleşme kriterlerine uygun şehirler tasarlanmalıdır. Kısaca hem deprem açısından, hem yaşadığımız çağın gereklilikleri açısından Türkiye’de şehirleşme yeniden tanımlanmalıdır. Bizim 6306 sayılı kanundan anladığımız da budur. Ve Türkiye için büyük bir fırsattır. Ancak zaman geçtikçe, mevcut uygulamalara baktıkça kaçan bir fırsat olma yolunda ilerlemektedir.
Depremin ne zaman olacağını bilemeyiz. Ancak önlem almak bizim elimizde. Bilim ve yaşanan tecrübeler neler yapılması gerektiğini açıkça gösteriyor. Bizler icra makamlarında olmadığımız için sadece durumu analiz ederek toplumu ve yönetenleri uyarmakla mükellefiz. Umarım bu uyarılar işe yarar, gerekli yerlere ulaşır ve kentsel dönüşüm de bilimsel kriterlere uygun olarak hızla ilerler. Aksi takdirde binlerce insan canından, sağlığından, ailesinden ve yuvasından olduktan sonra kimse çıkıp “mukadderat” demesin.