Yaşam boyunca edindiği deneyimlerin birikimidir insan. Deneyim ise, gelecekteki icraatlarımızın niteliğini belirler. Toplumlar için de benzer bir yaklaşım getirebiliriz. Tarihini özümsemiş, geleceğini bu birikim üzerine kuran toplumların bilinç düzeyi her zaman yüksek kalmıştır. Bu bilinç ilerlemedir, demokrasidir, eşitliktir, refahtır…
30 Ekim depremi, deneyimlerimizle geleceğimizi bağdaştıramadığımızdan bir afete dönüştü. Mühendisliğin, bilimin, teknolojinin uçsuz bucaksız ilerleme arzusuyla geldiği nokta gözlerimizi kamaştırırken, 2020 yılında 117 insanımızı bu depremde kaybettik. Ulaştığımız bilgi düzeyini düşündüğümüzde karşımıza çıkan bu tablo içimizi acıtmalıdır.
Depremin üzerinden 1 yıl geçti. Hiç beklenmedik bir anda yitip giden o yaşamlar, bizlere de büyük sorumluluklar yükleyerek maalesef sona erdi. Peki, gerçekten bu yıkımı beklemiyor muyduk? Beklememeli miydik? Dönüp yakın tarihimize bakmak yeterliydi oysa…
Hayatını kaybeden insan sayısı, etkilenen nüfus, alan ve ekonomik kayıplar dikkate alındığında 17 Ağustos Marmara depremi hemen hemen her kesim tarafından bir milat olarak kabul edildi. Birçok kesim, deprem öncesinde yapılması gereken çalışmalara odaklanılması gerektiğinde hemfikir oldu.
Hatırlayalım, dönemin Başbakan yardımcısı deprem sonrası yaptığı açıklamada “Sivil savunma hizmetlerimiz aksamıştır. Kurtarma işlerimiz yetersiz kalmıştır. İmar düzenimiz laçkadır” İfadelerini kullanmıştı. Buna benzer acı bir itiraf, TBMM’de o dönem kurulan Deprem Araştırma Raporunda da yer almaktadır.
Sonrasında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Deprem Şurasından, 2010 yılında kurulan TBMM Deprem Araştırma Komisyonu çalışmalarından çıkan sonuçlar, 2012-2023 yıllarını kapsayan Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planınına dönüştü.
Bu planın ana amacı, “depremlerin neden olabilecekleri fiziksel, ekonomik, sosyal, çevresel ve politik zarar ve kayıpları önlemek veya etkilerini azaltmak ve depreme dirençli, güvenli, hazırlıklı ve sürdürülebilir yeni yaşam çevreleri oluşturmaktır.” olarak tanımlandı. Bu ifadeyi, lütfen tekrar okuyunuz.
Bu planda, başta okul ve hastaneler olmak üzere, Türkiye’deki bina envanteri çıkarılacak ve mevcut yapılar hasar görebilirlikleri ve riskleri esas alınarak gruplandırılması hedefinin gerçekleşme dönemi olarak 2012-2017 yılları belirlenmiştir. Gelmiş geçmiş iktidarların, kendine verdiği bu gibi görevlerin ana nedeni, vatandaşların sağlıklı, güvenli konutlardaki barınma hakkından ileri gelir. Bu görev, sorumluluk bir şekilde kendini ortaya çıkartır ve bu gibi planlarda görünür olur.
Planların yüklediği sorumlukların yerine getirilmediğini ve kentlerin depreme karşı hazırlıklı getirilmediğini hepimiz biliyoruz. Üstelik her deprem sonrası bir sonraki depremin yeri ve zamanına verdiğimiz dikkatle esas konudan uzaklaşıyoruz. Odaklanmamız gereken, ne zaman olacağı değil ne kadar hazırlıklı olduğumuzdur. Doğa hazırlıklı olmadığımızı her depremde bize tekrar tekrar gösterdi.
İzmir’de bundan bir yıl önce malumun itirafı oldu ve dinmeyecek acılar yaşandı. Ancak İzmir Büyükşehir Belediyesinin deprem sonrası almış olduğu bir kararla tüm kentte envanter çalışmalarının yapılması ve sonrası için de hedefler konulması konusunda irade gösterdi ve ilk adımı attı. Şubemizle yaptığı protokolle depremde en fazla hasar gören Bayraklı İlçesinde Yapı Stoğu Envanterinin Çıkartılması Ve Deprem Riski Açısından Değerlendirilmesi Ve Önceliklendirilmesi Çalışmasını başlattı.
Yapı stokunun envanterinin çıkartılması ve deprem riski açısından gruplandırılması çalışmalarının ana hedefi; çok sayıdaki yapının hızlı yöntemlerle değerlendirilmesi ve içlerinde riskli olması en muhtemel yapıların seçilmesidir. Ancak bu ayıklama işlemiyle riskli yapılar ele alınabilir ve bir sonraki adım olan yapıların depreme dayanıklı hale getirilmesi süreci başlatılabilir.
Envanter sonrasında yapılacak çalışmalarda, öncelikli olarak ele alınması gereken yapıların güçlendirilmesi ya da yenilenmesi için bir strateji belirlenmelidir. Mevcut ekonomik koşullar dikkate alındığında; inşaat maliyetlerindeki artış ve bunun yanında vatandaşların alım gücündeki azalış güçlendirme seçeneğinin tekrar gündeme alınması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kamu iradesi bu seçeneği teşvik etmelidir. Böylece, daha hızlı ve etkili bir şekilde olası can kayıplarının önüne geçilebilecektir.
Önleyemeyeceğimiz bir doğa olayını afete dönüştüren bizler, bu konudaki maharetimizi yapı üretimin sürecini belirleyen mevcut kurulu sistemi koruyarak gösteriyoruz. Mühendisliğe hak ettiği değerin, yetkinin verilmediği bir sistemin güvenli yapı üretme şansı yoktur, kendimizi kandırmayalım.
Ülkemizin birçok yerinde, akademik yeterlilik ve fiziki imkanlar göz ardı edilerek açılan Üniversitelerdeki mühendislik eğitiminden itibaren tohumları atılan “güvensizlik” hali, mezuniyet sonrası ulaşılması gereken yetkinliğin önündeki en büyük engellerden biridir.
Yapı üretim sürecinde görev alan tüm aktörlerin (mühendis, mimar, müteahhit, yapı denetim, usta vb.) yetkinliği sağlanmalı, ürettikleri sorgulanabilir olmalıdır. Uzun yıllar boyunca ifade ettiğimiz bu gerçeklerin, yeniden ısrarla ifade edilmesinin sebebi, hala düzeltilmesi gerekenlerin çözüme kavuşturulmamış olmasındandır.
Vatandaşların güvenli yapılarda barınma hakkına sahip çıkması ve bu konuda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Sistemdeki tıkanıklığın anahtarı bu olabilir. Rant üzerinden şımartılan inşaat sektörünün aktörleri, her dönem olduğu gibi, iktidar çevreleriyle yakın ilişki içerisindedir. Çıkar çevrelerine meydan okumanın tek yolu farklılıkları gözetmeden örgütlenerek sağlıklı bir çevrede güvenli bir yaşam hakkına sahip çıkmaktır.