İstanbul, Beykoz doğumluyum. 1978 yılından bu yana 41 yıldır İzmir’de yaşıyorum. İzmir’deki ilk otuz beş yılım İnşaat Mühendisi olarak geçti. Edebiyatla, daha doğrusu okumakla ilgim başlangıcını bilmediğim bir zamandan bu yana var. Altı yıl önce mühendisliğe nokta koyarken amacım İzmir’in kısmen tanıdığım sanat ve edebiyat ortamında yer almaktı.
İlk romanım olan “Ağababa” aslında annemin babası yani dedem. Biz ona hep “Ağababa” dedik. İstiklal madalyalı bir köy imamı olan Ağababa’mı anısını yaşatmak için yazmaya başladım. Bir yılda tamamladım ve köyünün kahvesinde köylüleriyle tanıtımını yaptım.
“Ağababa” romanımın “Milli Mücadele’de Beykoz” adlı üçlemenin ilk kitabı olarak ikinci baskısını yaparken edindiğim bilgileri geliştirip zenginleştirerek, doğduğum, büyüdüğüm yer olan İstanbul/ Beykoz’da geçen Kurtuluş Savaşı anı ve öykülerini birleştirdim. “Şafak Baskını” ve “Güneşe Doğru” adlı iki roman daha yazdım. Bu romanlarda 1920 yılından başlayarak ve tamamen gerçek olaylardan yola çıkarak 1922’ye kadar süren yaşanmışlıkları araya kurgu olaylar da ekleyerek az bilinen yerel tarihi ortaya çıkardım.
Doğduğum yer olan İstanbul/ Beykoz’a olan görevimi yerine getirdikten sonra kırk yılımı geçirdiğim İzmir için de bir şeyler yazmak istedim. Ancak yazdıklarımın mutlaka bir yararı olmalıydı, sadece okunmuş olmaktan öteye geçmeli, bilgi aktarmalıydım. Arkeoloji merakımdan dolayı İzmir’in bilinen ilk yerleşimi olan bilinen ve İzmir tarihini sekiz bin 500 yıl geriye taşıyan Yeşilova höyüğünü yazmaya karar verdi. Bunun da bir üçleme olmasını istiyordum, “Arkeopark İzmir’den Düş Yolculukları” adını değerli dostlarımın da düşüncelerinden yararlanarak koydum.
İlk kitabımın konusunu diğer iki torunumun yetişkin oldukları 2035 tarihinden başlattım. O yıllardaki İzmir hayallerimi yazdıktan sonra fantastik bir zaman yolculuğu ile 8500 yıl öncesine gönderdim. Bu şekilde yaşadığım kentim olan İzmir’in mutlaka bilinmesi gereken bir dönemini okuyan herkese anlatmaya çalıştım.
Ağababa Romanı Üzerine…
Ağababa’mı ilk hatırladığım yıl 1957, tavana asılı salıncakta kardeşimi sallarken ninni söylüyor, ama bu annemin söylediği ninnilerden değil, çok farklı. Ayakta, salıncağı ipinden çekerek sallarken elliüç yıl sonra hâlâ kulağımda olan yumuşacık sesiyle “Hürmet sana ey şan dolu sancağım” diyerek torununu uyutmaya çalışıyor. Anneme sordum, Ağababam ne diyor? Diye, annem gülümsedi. “O Ağababa’nın marşı” dedi. Sonra minik minik başka anı fotoğrafları sıralanıyor belleğimde. Kapının önünde bir tak, defne dallarıyla süslenmiş, o güne kadar görmediğim kadar çok bayrak asılmış, evden çekilen kablodan birçok ampullerle ışıl ışıl donatılmış. “Bugün Cumhuriyet bayramı” dediler, “Ağababa’nın en büyük bayramı”. Henüz dört yaşındaydım anlayamamıştım ki, daha dünyayı yeni tanımaya çalışıyordum.
Birkaç yıl sonra ağababamı kaybettik, ardından anneannemi, o anılar belleğimin bir köşesinde hep durdu. Zaman zaman teyzelerim, dayılarım, annem anlatırdı, ağababamı. Her geçen yıl biraz daha tanıdım, tanıdıkça gururlandım. Benim Ağababam bir kahramandı. Aradan yıllar geçti Ağababam gözümde her gün daha büyüdü.
2009 Yılında köyümüzde dolaşırken Ağababa’mı anımsayanların sayısının çok azaldığını fark ettim, ölümünün üzerinden 49 yıl geçmiş, tanıyanlar çok azalmış, kalanlara anlatılacak bir şey kalmamak üzereydi. Çok üzüldüm, yaşamalıydı Ağababa’m, vücudu yaşamasa bile yaşadıklarını herkes bilmeliydi. Hele içinde bulunduğumuz yıllarda mutlaka onu, düşüncelerini, Atatürk’üne ve Devletine olan sevgisini, saygısını bugünlere taşımalıydım.
O güne kadar birkaç öykü, anı dışında bir şey yazmamıştım. Çeşitli sanat dallarında çalışmalar yapmama rağmen günün birinde kitap yazacağımı doğrusu düşünmemiştim. Ağababa’mın torunu olma gururunu taşıma sorumluluğu ile ona ait anıların topluma mal olmasını istedim. 2009 Aralık ayında başladım yazmaya. Sağ olsunlar yakınlarım çok destek oldu yaşadıklarını, bildiklerini paylaştılar benimle ve “Ağababa” elinize geçti.
İlk tanıtım toplantısını ölümünün ellinci yılında, çok sevdiği Cumhuriyet Bayramında, şimdi yeri değişmiş olsa da her zaman uğradığı, çayını içip gazete okuduğu kahvesinde yaptım. Akbabalılar, kadınlı erkekli doldurdular kahveyi. İlk konuşmamı yaparken inanılmaz onurlu ve gururluydum. Şimdi bile o anı anımsadıkça tüylerim diken diken oluyor.
İstanbul, Beykoz’da küçük bir köy olan Akbaba’dan önce Şile’ye sonra Ankara’ya ulaşan yolda kendi halinde bir köy imamının ve yanındaki birkaç gencin, askerleri, sivilleri, silah ve cephaneyi deniz kenarındaki Beykoz Deri ve Kundura Fabrikasından alıp tepelerden aşırarak, derelerden geçirerek zaman zaman İngiliz askerlerinin arasından sıyrılarak cepheye ulaştırdığını siz de göreceksiniz.
Şimdi İstanbul’da hatta hiç bilmediği İzmir’de ve birçok şehirde yüzlerce kişi onu tanıyor, yaptıklarını, yaşadıklarını biliyor.
Lütfen onu iyi tanıyın, onun şahsında birkaç neslin ne koşullarda yaşadığını, neler yaptıklarını düşünün. Mustafa Kemal Atatürk, arkadaşları, ordusu ve “Ağababa”lar olmasaydı biz bugün ne durumda olurduk.
Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum.