Tarım devrimi, insan düşüncesinin içinde binlerce yıldan beri evrimleşen yaşadığı çevreyi değiştirme eğilimini en kesin biçimiyle ortaya çıkarttı. Bu devrim neticesinde insan artık doğadan kopmaya, besin maddelerini kendi üretmeye, yaşamak, barınmak ve daha fazla üretebilmek için kendisine kalıcı barınaklar, evler, kasabalar, şehirler inşa etmeye başladı. Değer üretimi çağlar boyunca geliştikçe mimari ve şehircilik de gelişti. Sanayi devrimi, sosyal hayatımızı derin köklerinden kopartıp yeni bir düzen yaratırken mimari, inşaat teknikleri ve malzemeleri bu devrime ayak uydurdu ve yapı stokunun niteliğini tamamen değiştirdi. Dünyanın en büyük şehirlerinde beton ve çeliğin egemenliği kesin bir şekilde gerçekleşmiş oldu.
Doğayı değiştirebilme iddiasındaki insanın önündeki en büyük engel başlangıçta doğanın kendisiydi. Ancak çağlar geçtikçe aslında insanlığın önündeki en büyük engelin insanın ta kendisi olduğu anlaşıldı. Ne yazık ki bugün, dünyayı cennete çevirebilecek teknolojik gelişmişliğe erişen insan, hala dünya savaşları çıkartabilecek, atom bombalarıyla şehirleri yakabilecek, çöp dağları ve atıklarıyla dünyayı geri dönülmez çevre sorunlarıyla baş başa bırakacak bir barbarlığı içinde taşımaktadır. Kapitalizm çağındaki bu barbarlığın düşünsel anlamdaki tezahürü bencillik, yabancılaşma ve çıkarcılıktır. Maalesef bu barbarlık artık yaşantımızı oluşturan her öğeyi tehdit eder hale geldi.
Bir ara verelim ve mesleğimiz adına bir kaç soru soralım. Neden güvenli yapılar inşa edemiyoruz, neden bilimsel birikimimiz sonucu oluşturduğumuz şartnamelere uymuyoruz, neden nitelikli ve yetkin mühendisler yetiştiremiyoruz, neden şehirlerimizi nefes alınamayacak şekilde betonlaştırıp kalitesiz yapılarla dolduruyoruz? Ve en önemlisi neden her depremde kendimizi öldürüyoruz? Sürekli rant hırsıyla beslediğimiz bu modern barbarlık bize yıkım getiriyor.
Kalitesizlik ve tekdüzelikle bezediğimiz şehirlerimiz olası bir depremde hayatımızı tehlikeye atmakla kalmıyor, düşüncemizde, duygularımızda, sanatımızda, kültürümüzde de tahribata yol açıyor. Neden hala tarihi yapıları görebilmek için kuyruklarda bekliyoruz? Estetik, mimari ve sanata artık ihtiyacımız kalmadı mı? Nefes alacağımız yeşil alanlardan, masmavi denizlerden, her gün karnımızı doyuran topraktan neden böylesine uzağız? Artık pazarlık konusu temiz havaya ve içilebilecek suya kadar geldiyse masaya konan şeyin yaşam olduğunu unutmamalıyız.
Deprem aslında dünyanın içindeki enerjinin ortaya çıkış biçimlerinden birisi ve bu enerji tıpkı güneş gibi dünyadaki canlı yaşamla derinden ilişkili. Örneğin kıtaları şekillendiren, radyasyon yüklü güneş rüzgârlarına karşı dünyamızı koruyan manyetik alanın kaynağıdır bu enerji. Yaşamı içinde barındıran destekleyen doğa ve içindeki enerji kimi zaman doğa olaylarına neden olmaktadır ve bu böyle sürüp gidecektir.
Deprem sonucu ortaya çıkan afet insan kaynaklı bir yıkımdır. Yarattığımız ne kadar değer varsa maddi, manevi, kültürel kendimizle birlikte yapıların içerisinde muhafaza etmekteyiz. Dahası yapıyla hayatımızı bütünleştirdiğimiz için onunla karşılıklı etkileşim içerisindeyiz. Bütün bunları yani insanlığımızı kendi yarattığımız barbarlığa kurban edemeyiz.
12 Kasım 1999 Düzce depremi, 17 Ağustos 1999 Gölcük Kocaeli depremi, 27 Haziran 1998 Adana, Ceyhan depremi, 13 Mart 1992 Erzincan depremi… Adları değişen, Anadolu topraklarının ürettiği depremler… Binlerce insanımızın ölümüne, milyarlarca liralık varlık kaybına yol açtığını düşündüğümüz depremler… Bir kere daha üzerine basarak söyleyelim, afetinin çıkış noktası deprem olsa da nedeni insandır. Birkaç yüzyıldır üzerimize uydurduğumuz düşüncelerden, ideolojilerden soyunup şu yaşamla dolup taşan dünyadaki yerimize ve neler yaptığımıza bir bakalım. Kayıplarımızı ve yarının çocuklarına bırakacağımız mirası bir kez olsun düşünelim. Kendi hırslarımızın, bencilliğimizin cenderesinden kurtulup artık yıkım için değil yaşam için üretelim.